Hilal Nesin
(Tiyatrocu - Yazar)
Acıyı yaşayanın anlattıklarını dinlerken ne kadar yaralandığını tam olarak anlayamadığımı bu süreçte öğrendim. Oysa anlatmasında sıkıntı yoktu, içselleştirdiğimi de biliyordum. Hatta acısını paylaşıp yazıyla tepkimi verdiğim kişilerin siyasi görüşü, inancı benimle aynı olmadığı için defalarca linç edildiğim halde acılarına ortak olmaya devam ettim. Elbette linç edilmeyi, hakaretlere uğramayı hatta binbir iftiralarla karşılaşmayı umursamadım. Çocukluğumdan bu güne dinlediğim yaşanmış gerçek hikayelerin kahramanlarını ötekileştirmeden sahiplendim. Ve bu değişmeyecek de.
Bütün bunlara rağmen acı benim kapımı çalınca gerçek acının ne demek olduğunu daha iyi anladığımı itiraf etmeliyim. Ülkenin geçmişinden beri yaşanan gerçeğimiz “sürgün” denilen şeyle ben de tanışmıştım.
Kendime hiç sürgün dememiştim ta ki babamı kaybedene kadar. Hatta bana sürgün diyenlere “sürgün demeyelim de zorunlu çıkış” diyelim diyordum. Hep okur veya dinlerdim ülkesine gidemiyorken yakınlarını kaybedenlerin çektiği acıyı. Anlardım anlamasına fakat yaşadıkları duyguları tam olarak algılamam imkan- sızdı. O tarifi imkansız acının mesajı, dil kursundayken ablamın aile grubumuza attığı mesajla geldi. Ablam, babamın hastalandığını hastaneye yatırıldığını karaciğerinde leke olduğunu kanser şüphesi olduğunu yazıyordu. “Kanser mi? Yok canım değildir, benim babama uğramaz kanser” diyordum. Babam eski bir sporcuydu, her gün on kilometre yürür, çalışmadan duramaz, sağlıklı beslenirdi kanser de neydi?
BİTMEK BİLMEYEN GÜNÜN GEÇMEK BİLMEYEN SAATLERİ
Bitmek bilmeyen günün, geçmeyen saatlerin sonunda kursun son saatlerinde ablamın mesaj yazmak yerine arka arkaya doldurduğu ses kayıtlarını gördüğümde içime bir acı dolmuştu. Daha ses kayıtlarını dinlememiştim fakat biliyordum bu kadar ses kaydı durup dururken yollanmazdı bir şey vardı. Hocadan izin alıp lavaboya gittim, duymak istemediklerimi duymak için tek tek ses kayıtlarını dinelemeye başladım. Yanılmamıştım babam akciğer kanseriydi. Ablam kaçıncı derecede olduğunu henüz öğrenememişti. Doktor bir an önce tedaviye başlanmasını söylemiş, izlenecek yolu anlatmıştı. Evin en büyük çocuğu olmanın verdiği sorumluluğu her zaman fazlasıyla sırtında taşıyan ablam yine aynı şeyi yapıyordu. Bize, korkmayın diyordu fakat sesinde saklamaya çalıştığı acı gerçekte “babamız gidiyor” dediğini hepimiz anlamıştık. Aldığım acı haberle yıkılmış lavabodan ağlayarak çıkıp sınıfa gitmiştim. Hocaya, anlatabildiğim kadarıyla babamın kanser olduğunu öğrendiğimi söylemiştim. Bazen düşünüyorum, neden “yabancı” dediğimiz insanın sıcaklığı bizi daha çok ağlatır? Daha tanışalı 3 hafta olmasına rağmen benimle yakından ilgilenen Almina hocanın bana sarılmasıyla ağlamam hızlanmış sesli sesli sınıfın içinde ağlıyordum. “İstersen eve git” diyordu, güçlü olmamı söylüyordu.
Güçlü nasıl olunurdu bilmiyordum. O an yapabildiğim tek şey ağlamaktı. Eve gitmek is- temediğimi söyleyince sınıf arkadaşım Angetta ile hava almak için bahçeye çıkmamı söyledi. Sadece derse girerken selamlaştığım Angetta ile bahçeye çıkmıştık. Yemen’den gelmişti, babasını benim gibi sürgündeyken kaybetmişti üstelik onun babası muhalif bir siyasetçi olduğu için öldürülmüştü. Ellerimi tutmuş hikayesini anlatıyordu, anlayacağım kadarını anlamıştım. En önemli kısımlarını anlamış olmam dili biraz daha öğrenmiş olmamdan mı kaynaklıydı yoksa o an onun gözlerinden akan yaşla hissedebilmiş olmamdan mıydı hâlâ bilmiyorum. İki kadın, kendi ülkelerimizde yaşanan faşizmin bizi savurduğu başka topraklarda bir bankta el ele tutuşmuş ağlıyorduk. Acıların gerçekten de kardeş olduğunu iliklerime kadar yaşıyordum.
YUNANİSTAN’DA BULUŞMAYI KONUŞMUŞTUK
Daha bir ay olmamıştı babamla Yunanistan’da buluşacağımızı konuşalı. Babamla buluşmayı hayal ederken birden kız kardeşimle daha fazla yaşaması için nasıl bir tedavi yöntemi izlenmeli onu konuşuyorduk. Kız kardeşim gelemeyeceğimi bildiği için durumun ciddiyetini benden saklamaya çalışsa da sesindeki umutsuzluğu hissediyor, kurduğu cümlelerden, “abla her şeye hazır ol” demek istediğini algılıyordum fakat kabul etmeyeceğimi de çok iyi biliyordum.
Babam, ben yurt dışına çıkmadan birkaç gün önce kalmak zorunda kaldığım yere gelmişti. Geldiği şehrin sokaklarında koluna girmiş konuşa konuşa yürüyorduk. Baba nasihati gibi başlamıştı söze oysa babam nasihat vermeyi sevmezdi. Gideceğimi biliyordu, ayrılacak olmanın hüznünü yüzümden okumuştu, belki de yazdığım için pişman olduğumu düşünmüştü. “Kızım sen yanlış bir şey yapmadın, yanlışa yanlış dedin, ne yazdıklarından ne de söylediklerinden pişman ol, ülkesini seven herkes yazsa konuşsa bunlar da böyle olmazdı” demiş, uzun uzun beni rahatlatacak bir konuşma yapmıştı. Babam idealist bir öğretmendi. Bunun bedelini meslek hayatı boyunca sık sık sürülerek, görevden alınarak, içeri atılarak yaşamıştı. Fakat hiçbir zaman ne yolundan dönmüş ne de pişman olmuştu. Evet, ben babamın eseriydim, korkmadan, haklının yanında, doğrularından taviz vermeyen Hüseyin Hoca’nın kızıydım elbette. Ne yazdıklarımdan ne de söylediklerimden pişmandım.
Babamın hastalığından sonra telefon konuşmalarımız sıklaşmış hatta hep görüntülü konuşmaya başlamıştık. Her konuşmamızda kızım “ne olursa olsun sakın gelme, güçlü ol” diyordu ama ben babamın sözlerinin sadece sözde kalacağını, daha uzun süre bizimle olacağını sanıyordum. Çünkü hasta gibi değildi, gayet iyi görünüyordu, yemesi içmesi yerindeydi, sadece yorgun olduğunu onun dışında hiçbir sorunu olmadığını söylüyordu. Belki de her zaman yaptığı gibi güçlü görünüyordu acılarını saklıyor bilmemizi istemiyordu, bizi üzmemek için saklıyordu.
Dil kursu devam ediyordu etmesine ama benim aklım babamdaydı, hocaların dediği hiçbir şeyi dinlemiyordum. Gözüm telefonumdaydı. Sık sık izin alıp dışarı çıkıp ya babamla konuşuyordum ya da ablalarımı kardeşlerimi arıyor babamın durumunu konuşuyordum.
ÖLECEKMİŞİM GİBİ BOĞULUYORDUM
Son konuşmamız dün gibi aklımda. Hafta sonu ablama gitmiştim, kahvaltıya oturmadan önce babamı görüntülü aramıştık. Babamın görüntüsü karşısında ablamla adeta donup kalmıştık. Babamın yüzü şişmişti, konuşamıyordu sadece bize öpücük yollayıp el sallamış kısık sesiyle ‘iyiyim kekliklerim’ demiş telefonu anneme vermişti. Annem de kısa konuşup telefonu kapatmıştı. Kahvaltı yapamayıp babamın son haline odaklanıp kalmıştık. Konuşmamızın üzerinden bir saat geçmemişti ki Türkiye’deki ablam babamın hastaneye kaldırıldığını söylemişti. Yurt dışındaki ablam hemen izin alıp apar topar yanına gitmişti ama ben kalmıştım. Su gibi geçmiyordu zaman, ne akşam oluyor ne gün bitiyordu, kalbim sıkışıyordu sanki bir şey olacakmış gibi. Bizde “ayan oldu” diye bir terim vardır, olacakları hissetmek anlamına gelen. Babam yoğun bakıma kaldırılmış umutsuz bekleyiş başlamıştı. Herkes gitmiş bir ben gidememiştim. Babama dokunuyor, onu görüyor, öpüyorlardı. Ben sadece telefondan bilgi alabiliyordum. Yaşamımda kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim.
Kendimi dışarı atmış evimize yakın orman yolunda çaresizce yürüyordum. Boğuluyordum ölecekmişim gibi boğuluyordum, nefes alamıyordum.
HİLAL YANINDA BİRİ VAR MI?
Yürürken bir ara telefonum çalmıştı, arayan ablamdı. Ablamın sesiyle tarifi imkansız bir acıyla tanışacağımı hissediyordum. “Hilal yanında biri var mı?” diye sordu. “Var” dedikten sonra “babamı kaybettik” dedi. Bu kadardı! Kaybettik, gitti! Bu iki kelime sıradan bir kelime olmaktan çıkmış babamın benden gidişini haber eden iki kelime oluvermişti. Dağım devrilmişti. Gerçek buydu, dağım devrilmişti. Bir daha göremeyecek, sarılamayacak, konuşamayacak, içinden çıkamadığım bir durum olunca arayamayacaktım. Daha da acısı ne son günlerinde yanında olmuştum ne de son görevimi yerine getirebilecektim. Bir yabancı gibi uzaktan olanları seyrediyordum, ablalarım kardeşlerim kuzenlerim babamın son yolculuğunun hazırlıklarının fotoğraflarını yolluyorlar, videolar çekiyorlar, sık sık arıyorlardı ama nafile acım dinmiyordu. Aksine her fotoğraf, her video çaresizliğimi yüzüme vuruyor gibiydi. Babam yaptığı vasiyeti ile inancımızın verdiği güzelliklerle yolcu ediliyordu. Annem, evlatları, çok sevdiği dostları, öğrencileri, komşuları onu deyişlerle, türkülerle, marşlarla yolcu ediyorlardı. Ben yoktum bir ben yoktum. Babam toprakla buluşmuş sıra babamın eşyalarının özene bezene bakılmasına geldiğinde, yollanan fotoğrafla babamın sürgünde olan kızına olan özlemini bir kez daha anlamıştım.
CÜZDANINDAN ÇIKAN FOTOĞRAF…
Hayatımın mihenk taşı, devrilmez dağım, örnek aldığım babamım cüzdanından sadece benim fotoğrafım çıkmıştı. Babamla aramdaki bağın en kuvvetli şahidi olmuştu o fotoğraf.
Büyük acımdan sonra bana sürgün diyenlerin haklı olduğunu anlamıştım. Sürgün olmak buymuş. Gidememek, kavuşamamak, son kez dokunamamak, koklayamamak, öpememek, mezarına bir tas su dökememek. Sürgünmüşüm ben, evet ben sürgünmüşüm.